12 EYLÜL 1980

Anımsadıkça ürperdiğim,geriye dönüp baktıkça tırnaklarıma kadar sızladığım yılları yazacağım bugün kıymet verip okuyan dostlarım için. Halbuysa ne kadar istedim de içimdekileri dökemedim kimseye lâyıkıyla şimdiye kadar.Ah! ne kadar çok yazmayı bekledim de, kendimi ağılarım diye bir türlü cesaret edemedim kalemi elime almaya.

Bu sabah,yani üzerinden tam kırkbir yıl geçtikten sonra bütün namuslu insanların o dönemde yurdumda oluşturulan fecaatın, kimlerin sefahatına hizmet ettiğini bir de benim gözümden bakarak anlamaya çalışmalarının artık görev olduğunu ve bundan daha fazla kaçamayacağımı hissettim. Şimdi yazacağım cümledeki gibi kimseyi inandırmak için sözlerime kutsal anlamlar giydirmeyi sevmem ama,o günlere dair hatırladıklarımı yeminlen bütün tüğlerim diken diken yazmaya çalışıyorum sevgili okur!

*

Lise birinci sınıftayım. Derslerim çok iyi olmasada kötü de diyemeyiz hani. Eski kâgir evimizin önüne yeni betonarme evimizi henüz yaptırmışız köylük yerde. Binbir güçlükle tamamlamayı becerdiğimiz ocağın efil efil gururu üstümüzde ailecek. Alt katta tek bir oda ve ektiğimiz mahsulleri koyacağımız kocaman bir depo bulunuyor. Üstü ise iki oda bir sofa diyeceğimiz kadar küçük ama, bizim içimizde çok emek verilmiş ve onun sonucunda nimetimiz payesini almış iki katlı bir bina bu. Zemin kattaki yanlız odanın sırtına yaslanmış o büyük alan ise biz Ortaköylülerin dilinde “mağaza” dır efendim. Biz depolama alanına burada öyle deriz anlayacağınız! Tabii ben okuldaki arkadaşlarımla konuşurken de soğan, saman, sarımsak, pekmez, kış kavunu, gündöndü, ambarlarımızda buğday gibi bir sürü ürünümüzü sakladığımız depodan “mağaza” diye bahsedince,Türk filmlerindeki fakir oğlanın fukaralığından utanıp da,hiç bir zaman olmamış zenginliğini abartarak anlatması pozisyonuna düştüm bir anda! Yüzüme bakan herkes “amma ne salladın be İbrahim” der gibi inceden sırıtınca: işte o anda aslında bizdeki mağazanın beyaz eşya veya mobilya mağazası olmadığını,sadece ekip biçtiğimiz mahsüllerin saklama yeri diye tarif edebileceğimiz bir depo olduğunu derhal söyledim onlara.Böylece istihza ile bakan sınıf arkadaşlarımın tükenmez tarrakasından usulca sıyrılmış oldum.

İşte o geniş alanın komşusuydu uzun yıllar ders çalıştığım mekânım. Birde tabii..birgün kesinlikle gerçekleşeceğini düşündüğüm hayallerimin güzide makamıydı aynı zamanda bu oda.Güneş geç vururdu kobalt mavisi duvarlarına; kimi zaman ben geç gelirdim odamın kalbi gibi tak tak diye vuran saatin altındaki divanıma.Özgünlüğüm, üzgünlüğüm, özgürlüğümdü ergenliğimin netameli yıllarında.! Bir gün,babamın işte bu odadaki normal ebadlardan büyük ve inşaattan artan kerestelerden kendi yaptığı divanda, daha ellidört yaşında gencecik bir adamken son nefesini vereceğini henüz bilmiyordum!

Bilmiyordum daha,insanlar acıyarak öğrenirler en soylu,en insanca duyguları kalbinin odalarındaki kızıl yanlızlığında..bilmiyordum!

İşte bu,emeğimizin anıtı iki katlı evin üst bölümünde,ev halkı tarlaya gideceği için erken kalkar,telaşla kahvaltı eder ve aynı aceleyle çepinleri, çapaları, bir de öğlen yemeği için hasır sepete konacak yiyecekleri hazırlardı.Köyde yaşayanlar bilir o güzelim saç örgüsü hasır sepetleri. Hem de bilirler kapurcaklara konan yaz helvasını; patlıcan biber kabak kızartmalarının yorgun kır sofralarındaki domates soslu lezzetini; çok iyi bilirler. Ayranın karpuzun ya da hoşafın çeşmenin yalağında buz gibi soğutulup toprağın üzerine serilmiş çendile konmasını,vakti zamanında böyle bir sofraya oturmuş herkes benim gibi burnunun direği sızlayarak hatırlar mutlaka!

Biz yine dönelim o sabaha.12 Eylül 1980 sabahına..ben zemin kattaki odamdayım fakat üst katta her zamanki koşturmaca yok sanki.Kulağıma gelen ayak sesleri, merdivenlerden hışım gibi inip çıkanlar duyulmuyor bu sabah.

Tuhaf! evimizde olan düzenin ve normalin dışında işler bunlar. Halbuki daha bağlarımızdan üzümlerin hasadı olacak.Tarlada toprak yüzeyine kuruması için serilen soğanlar çuvallanıp eve taşınması lâzım bugünlerde.Yağmurlar başlamadan acil bitmesi gerekir saydığım bütün işlerin. Zira aniden sağanak bastırırsa,ıslanan soğanlar ve samanlar depolama alanında toplu halde çürür kış ayları boyunca.Üzümler çok beklerse eğer dalında, tadından olur güz yağmurları yağdığında.Telef olur, ziyan olur sofralara gelmeden altın sarısı yapıncak salkımları!

Emek zayi olur,heves perişan..neyleriz sonra soğuğun karanlık kışında.Evin inşasından kalan borçlarımız henüz bitmemiş,huzurumuz tamamına ermemiş..neyleriz acep böyle,neyleriz!

Daha mağazaya indireceğimiz soğanların ot ve samanlardan yatağı hazırlanacak.Çok titizdir babam bu “yatak” mevzuunda. Mahsul betona değipte bozulmasın diye bizzat kendi uğaşır günlerce yerini hazır etmek için. Soğan dediğin mübarek öyle bir mahsuldür ki, tonlarcasının içinden bir tanesi çürümeye başladımı tamamına sıçrar hastalığı.Ailemiz için düşünebileceğiniz en büyük felaketlerdendir depolama alanındaki böyle bir ihmal anlaşılacağı üzere.

Yani öyle çok iş var ki önümüzde, oyalanıp gevşek davranana rahmetli babam deli olurdu bugünlerde, deli!

Bir de bağbozumu sonrası Çatalca panayırı olurdu ki, evdeki herkesin bütün sene verdiği emeği babam ziyadesiyle ödüllendirirdi orada. Hiç kimsenin talebini kolay kolay geri çevirmezdi ince uzun boylu,koyu esmer yüzlü Kara İbram.İşte ben (Kara İbramın oğlu İbram).. O uzun ince adamın oğlu.. Önce o günlerin ailemiz için emeklerimizle ulaşılan mütevazi ganimetlerinden bahsettim.Şimdi ise ülkece başımıza örülen o yılların felâketlerinden bahsedeceğim..

Ama bu sabah..bu sabah ne vardı böyle evimizde Allahım! Hepimiz yaşıyorsak ölen neydi içimizde!

Neden gülüşsüzdü güneş, esgin değildi rüzgâr, zehirliydi hava?

Ne olmuştu sokaklara..neden uçuşmazdı kuşlar, niçin gidişsizdi yollar.?

Neden camların ardına sinmişti özgürlük..niçin büzüşmüştü dudaklar, çatılmıştı kaşlar?

Neden birbirine sır gibi korkuyla kilitlenmişti feri kaybolmuş gözler..hatta niçin serinsiz ve gölgesizdi teeeey gökyüzüne uzamış dallı yapraklı kavaklar, neden?

Elimdeki kalemi kitabı ders çalıştığım sehpanın üzerine koyup okul hazırlığına giriştim. Elbisemi sırtıma geçirip, hiç çözemediğim için urgana dönmüş kravatımı eğri büğrü boynuma geçirdim.Balkonumuzun önündeki yaşlı akasya ağaçlarının yaşama ısrarına yapışıp kaldı gözlerim.İstemsizce, reverans edercesine eğildim sanki önlerinde .O gün Ak’asyalar hayatımıza gelmekte olan kara’yasaların asacağı gencecik evlâtlara darağacı olacak arkadaşlarına ağıtlanıyordu sanki. Bir çok canlı türü gelecek depremi önceden hissedip çırpınır ya huzursuzca; hani başlayacak yıkımı duyarak alfabesiz diliyle feryat eder ya durup durup! İşte tam da öyle titretip sarsılıyordu önümdeki ağaçlar sesini duyurmak için çaresizce!

Ağaçlar ve Şamanlar binyıllar sonrasında gelecek kötülükleri bile, çığrından çıkmış dünyanın korkulu gözlerine bakarak anlarlarmış ey yol erkân bilenler. Bizden olsun bugünde okuduğunuz satırların arasında hatırlatması. Doğal akışı bozacak her şeyi,doğanın eşsiz aklıyla kavrar toprağın öz evlâtları yani. Hususen Akasyalar bilmişti tabiatın benzersiz işleyişi içinde,memleketimin üzerinde gezecek o uğursuz anaforun ölümcül zararlarını! Barut kokacaktı sokaklar,kan akacaktı pusularda.Ölüm sinecekti parklara ağaçlara..zalimler oturacaktı adaleti,güvenliği,hizmeti,eşitliği sağlaması beklenen koltuklara!

Çok tuhaftı bu sabah, çok tuhaf..

Babam sessiz tedirgin, annem acelesiz mutsuz, ben hiç bir şeyden habersiz huysuz, mahut bekleşiyoruz.

Toparlandım. Ders programına göre kitaplarımı kolumun altına alıp yukarıya okul harçlığımı almaya çıktım. Önceki günlerde radyonun frekansları arasında gezinip Arif Şentürk, Bedia Akartürk veya Emel Sayın’ı arayan babam, endişeden kül gibi olmuş yüzüyle, otoriter bir sesin militer buyurganlığına dikkat kesilmişti. Şimdiye kadar yanlızca tabiatın buyruğundan başkasına kulak vermemiş dağ gibi adam,bağlarına dolu vurmuş gibi darmadağın bakıyordu yüzlerimize.Yaslandığı sedirin kolçağına acilen yığılmış kırışık bir eşyaya benzemişti bedeni.

Derinimde hissettiğim ama nedenini bilmediğim bu gerginliği öğrenmekten korkuyordum.Belli ki çok kötü şeyler olmuştu.Ancak ben içinde bulunduğum o anda, sonsuza kadar kaybedeceğimizi zannettiğim huzurumuzu bozacak olan şeyin kaynağını asla bilmek istemiyordum.Sanki öğrenmezsem hiç olmamış gibi yaşamaya devam edebilecektim.Odanın ortasında dururken, herkesin yüzüne asırlarca baktığımı zannettiğim 12 Eylül 1980 sabahını bir daha hiç bir zaman unutmayacaktım!

Üzerimdeki uyumsuzluğun ve evimizdeki uğursuzluğun garabetini azıcık dağıtırım diye her zaman yaptığım ve babamı da çok keyiflendirdiğini bildiğim hareketi yapayım bari dedim.Çok zaman yüzündeki ciddiyeti hiç bozmazdı babam.Ama gerekliydi şu anda üzerimize ölüm gibi çökmüş havayı bir nebze de olda dağıtmak için küçücük bir espri.Yönüne döndüm. Sadece gözlerinin içinde ve azıcık aralanıp yana doğru gerilen dudaklarında görebildiğim gülüşünü tekrar geri getirmek için, başparmağım ile işaret parmağımı birbirine sürterek “para” işareti yaptım.Neşeli olduğunu bildiğim zamanlarda böyle isterdim hep harçlığımı. Bu sabah ise yeşilli kahverengili gözlerindeki o gülüşü tekrar yerine koymak için denemiştim bu ortak esprimizi.

Olmadı! katiyen gülmedi babam.!

Oturduğu yerde,bir anda zemine kapaklanacakmış kadar tekinsiz duruyordu. Elini dahi kıpırdatmayacak ölçüde durgundu, tepkisizdi koca adam.

Bende sustum bütün evle birlikte.

Sustum! öyle ki en ağır suçların failiymiş gibi! Sustuk,sanki bu memleketin varlığına ailecek büyük yükmüşüz gibi.

Artık duramayacaktım ayaküstü odanın ortasında daha fazla. Aniden içeride cıva kadar ağırlaşan havanın yoğunluğundan kurtulmak için sokak kapısına doğru yöneldiğimi hatırlıyorum. Birkaç adım atmıştım ki, seslendi arkamdan:

“Nereye gittiğini sanıyorsun sen oğlum?”

“Okula..”

“Ne okulu yahu?”

Tamam dedim.Her gün bu saatte okula gittiğimden haberdar olan adam, sanki bilmezmiş gibi bana nereye diye soruyorsa, belli oldu gayrı..içinden çıkılamayacak kadar kötü..kimbilir belki kötü demek az, çok kötü şeyler olmuştu bizim buralarda!

Sormamı bekledi babam. Ne sordum, ne böyle bir lâneti öğrenmek istedim. O söyledi bir çırpıda, “Darbe oldu oğlum,darbe.Generaller el koydu yönetime.Yer gök asker dışarıda,nereye gideceksin.Sokağa çıkma yasağı başladı, duymuyormusun radyodan?”

Duymuyordum!

Yerimde duramıyordum, kulaklarım çınlıyordu uzun uzun..

Şaşkındım!

Kendi evimde sığınmacı, kendi penceremde cansız, mecalsiz vr sokak kapımızın ardında mahpustum.Dalgündüz üzerimize çöken karanlığın içinde kaybolmuş bir ergen ruhtum, bir ergen ruhtum.

Anlaşılır gibi değildi bütün bunlar,inanılır gibi değil!

O sabahın üzerinden tam kırkbir yıl geçti.

Her 12 Eylül sabahı ben,uçmasın diye telekleri yolunmuş yaban ördeği misali durduğum yerden gökyüzüne kanat vuran kuşları düşlerim hala .Katledilen Erdal Eren’leri, Necdet Adalı’ları ,Mehmet Ceren’leri, Çorum’da öldürülen canları düşlerim!

Gözaltına alınan 650 bin kişinin gördüğü insanlık dışı tavrı düşünürüm. İşkenceleri düşünürüm ve bu işkencelerde ölen 171 insanımızın feryatlarını duyarım kahrolası güz sabahında! Uydurma isnatlarla İdam edilen elli insanımızın darağacındaki ipe vurmuş son nefeslerini düşünürüm içim darlanarak her 12 Eylül sabahı..

Dilerim içimizde beton gibi kaskatı durdurduğunuz zamanın,susturduğunuz kalplerin, döktüğünüz al kırmızı kanların ve soldurduğunuz umut dolu gencecik yaşamların ilenciyle azap içinde sonsuza kadar yaşayın ey darbeciler!

Dilerim içinde bulunduğunuz zamanın genişliği ile yaşadığınız mekânın büyüklüğünden ve zeginliğinden fazla olsun ızdırabınız! Katlettiğiniz canların acılarından sırlanasınız zalimler!

Canını yaktığınız..uçmayı ve özgürlüğü unutturduğunuz memleketimin o yıllardaki gençlerinden biri olan bendeniz İbrahim Çeşmecioğlu, biliniz ki ölene kadar kargışlayarak hemde lânetleyerek anacak siz darbecilerin isimlerini.!

Ama sizden daha önce hasretle hem dahi içimiz sızlayarak anacağız katlettiğiniz yüzlerce vatan evlâdını:

Bitimsiz olsun huzurunuz, sonsuz olsun özgürlüğe adanmış yaşamınız. Turnaların kalbinde, gökyüzünün özgürlüğünde yaşayın. Ruhunuz şad olsun.