Sabahın erken saatleriydi. Güneş, bulutların ardından yüzünü göstermeye başlamış, sokaklar yavaş yavaş canlanıyordu. Alışveriş için büyükçe bir süpermarkete giderken, kafamda günün yapılacak işlerini düşünüyordum. Marketin otomatik kapısından içeri adım attım ve reyonlar arasında dolanmaya başladım.
*
Bir köşeyi dönerken, bir anda yolumun kesildiğini hissettim. On yaşlarında küçük bir kız, gözlerindeki kararlılıkla bana bakıyordu. O yaşta çocuklar için dede pozisyonundaki görünümden cesaret almış olacak ki; yanında, üzerinde sarı bir tişört ve eski bir eşofman giymiş, genç bir kadın vardı. Küçük kızın giysileri perişan. Kadının elleri kızın omuzlarına nazikçe yerleşmişti. Aniden dikkat kesildim; genç kadının gözleri adeta yoktu ve boşluğa bakıyordu. Küçük kız: "Çok zor durumdayız, bize yiyecek bir şeyler alır mısınız?"
*
İçimde hissettiğim şaşkınlık ve hafif bir hüzünle, "Tabii, ne isterseniz," dedim. Onlar yiyeceklerden oluşan bir paket hazırlarken, benim içimde bir huzursuzluk büyüyordu. Çocuk telaşlı ve ürkekti, kadın ise sakin, ama belli ki son derece dikkatliydi. Ürünleri aceleyle kasadan geçirdiler ve hızla uzaklaştılar, sanki gözlerden uzaklaşıp kendi dünyalarına geri dönmek ister gibi.
*
Kasiyer kız bana dönüp, "İyi yaptın amca," dedi, ama içimde bir boşluk hissettim. Bu insanlar, kendi kendilerine yetemeyen kişilerdi. Göğsümde bir ağırlık hissediyordum; biri kör, biri çocuktu. Yarın ne yapacaklardı? Yoksulluğun her geçen gün arttığı bir ülke, bireysel yardımlar ne kadar sürdürülebilirdi?
*
Marketin dışında, bir ses daha duydum; alaycı bir tını vardı cümlede: "Üzülme, onlar Çingene, alışıklar!" Bu sözler içimdeki öfkeyi alevlendirdi. "Sen de kimsin be adam?" diye sertçe cevap verdim. Öfkem doruk noktasındaydı. Hayat boyu yoksulluk ve adaletsizlikle savaştım, fakat bu insanların bu dışlayıcı ve ırkçı, arsız, ötekinin durumuna bu kadar yabancı halleri beni daha da yaralıyordu. Öfkeyle eve dönerken düşünceler içimi kemiriyordu. Gerçek çözüm neydi? Daha fazla ne yapabilirdim?
*
Eve vardığımda, bu olay kafamda dönüp durdu. İnsanların birbirine olan duyarsızlığı, toplumun acımasızlığı ve sistemin çarkları arasındaki boşluklarda sıkışan hayatlar... Yarın ne yapabileceklerini bilmiyordum, ama benim elimden geleni yapmam gerektiğine karar verdim. Belki küçük adımlar atarak bu devasa resimde bir fark yaratamazdım; ancak bir hayatı etkilemek belki de başlangıç için yeterli olabilirdi. Hayatın boyunca bu daha fazla benzerlerini hep yapmıştım. Ve belki, bir gün herkes bu küçük adımları atmaya karar verdiğinde, dünya daha adil bir yer olurdu!
*
Öylemi? Kendimi öyle olmasını isterken buldum. Biri ani bir iğne batırmış gibi kendime geldiğimde gerçek bütün çıplağıyla karşımdaydı. Çünkü bireysel kurtarıcılık, boş kahramanlıklar gibi, kişisel duygu tatminlerinden başka nedir ki? Zenginler için yoksullara yardım etmek bir tür günah çıkarmak ya kara vicdanlarını rahatlatmaktı. Dinci çevreler de “hayır dua” alıp, sevap kazanıp, cennetin kapısında sıraya girme hayalleri. Böyle bir çözüm olsaydı dünya da yoksulluk kalmazdı. Ama aksine yokluk ve yoksulluk dahada büyüyordu. Sadece süreci uzatmaktan başka ne anlamı var ki diye toparlandım? Mülk ve servete konmuş olanlar tarih boyunca hep yoksulluğu sömürerek kendilerini var etmediler mi? Hayırseverlik yarıştıracak, devasa holdingler “sosyal sorumluluk” maskesi altında kötücül ego ve vicdanlarını rahatlatacak bir kitle hep ellerinin altındaydı.
*
Gerçek başkaydı. Gerçek bir avuç azınlık mutlu olsun diye; kirli, kanlı, riyakâr, ezen, sömüren, talan eden, o kızla, kör kadının yaşam hakkına kasteden, “üzülme onlar çingene alışıklar” diyen adamın belleğine yerleşmiş bir sistemin kötülük akan kendisiydi.
*
Bana gelince, ben bir hayırsever değildim. Yoksullara acımak yerine yoksullukla mücadele etmeyi seçmiş, adalet peşinde koşan müzmin muhaliftim. Yoksulların kendi durumlarını anlamaları ve buna karşı çıkabilmeleri halinde değişimin mümkün olacağını bilecek kadarda gerçekçiyim. Hakkını savunmayan ya da inadına öğrenemeyenler için Nazım’ın o ünlü dizileri gelir aklıma;
..herkes yalan söylüyorsa,
elleriniz balçık gibi itaatli,
elleriniz karanlık gibi kör,
elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun,
elleriniz isyan etmesin diyedir.
Ve zaten bu kadar az misafir kaldığımız
bu ölümlü, bu yaşanası dünyada
bu bezirgan saltanatı, bu zulüm bitmesin diyedir.
*
Hasan Baki ÇİFÇİ
11.10.2024