Sabah, İran’lı Firdevsî’nin çok seneler önce bir kaç bölümünü okuyabildiğim ve bir dosttan emanet aldığım için iade etmek zorunda olduğumdan bitiremediğim o muhteşem destanı Şehname’ye yeniden nasıl ulaşabilirim diye internette gezinirken…nasıl olduysa ilgimi çeken başka bir siteye dalıvermişim.

*

Zaman olur kendimi böyle boş beleş işlere kısa süreli kaptırdığım vakidir, ama tez toparlanırım.

Şöyle tekrar başa dönüp yazdığım parağrafı okuyunca hoşuma gitmedi kendimle ilgili bu niteleme. Maksadımı aşmış bu yaklaşım dedim. Hadi “boş beleş” demek yerine, hedefimden saptığım için öfkemden böyle cümleler ettiğimi söyleyelim de kapansın kendimle aramdaki bu bahis…

*

Bilmediğimiz bir zamana ayarlı sonumuz…Bilmediğimiz zamanları bile bile yaşıyoruz…

Çünkü insanız, çünkü yok olacağımızı ve bir gün işgal ettiğimizce eşgalsiz kalacağımızı bilen yegâne canlılarız. Buhusus, bilmediğimiz zamanın hemen ertesinde duruyor o son soluğumuz. Öyleyse vakit her şeyden daha değerlimiz. O halde zaman, elimizde avucumuzda, önümüzde ardımızda ne varsa, onların tamamıyla ilişkimizin süresini ve niteliğini belirleyendir. Dolayısıyla devir yeniden yaşanmaz, asla geri gelmez, hiç bir şeyle ölçülmez. Ne iyi eli ayağı tutarken kıymetini bilene; özgedir zaman insan özünde…

*

Her dakika binlerce görüntü, bilgi, yorum akıyor bilgisayardan. Sen nasıl yorarsan ve neye sayarsan say. Tutuluyor gayesizce kimi zaman insan, tutuluyor onun ritmine alık gibi istemeden. Milyonlarca cezbe, hile, tuzak akıyor hızla önünüzden. Ama bahsedeceğim öylesi değil. Beraberce iyi bir yere varmaklığımız esastır. En azından muradımız odur. İyi bir yere! Siz sektirmeden okumaya devam edin ölçülü gidişimi. Hele benden yana dönüp bakın bir, bir bakın özüme, öyle hileye, tuzağa düşecek göz var mı bende?

*

Bizim tutkumuz bilme isteğine boyun eğer ancak. Ahmet Arslan hocanın dediğince, “Bu dünyada kolay kolay mutlu olunamayacağını anladığım günden beri bilmek için yaşıyorum ben. Bilmek isteğidir şu dünyada benim mutluluğum.” Bir avcumuza kalemi, diğerine Ahmet hocanın cümlesini alıp satır satır yürüyelim bakalım.

*

Ve evet Şehname’yi ararken, “Evrim Ağacı” isimli siteye alakasızca sert bir geçiş yapmışım. Dedik ya kabuğumuzu çatlattı bu internet diye. Sızıyoruz, azalıyoruz, döküm döküm dökülüyoruz. Üstelik çabuk dikiş tutmayacak aralığımız…üstelik hemen tamir olamayacak zahirimizdeki yarılma ile usumuza tebelleş olmuş şu toplumsal felaket! Şehnameyi çok ihmal ettik ya şimdilik yine özenle bir kenara iliştirelim onu. Sakın merak edilmeye, sizleri de dahil ederek yakın zamanda mutlak duhul edeceğiz Firdevsi’nin eserindeki o destansı anlatım ve zenginliğe…

Aşağıda görülen fotoğraf “Science” den alınmadır. Üstelik çok yeni bir araştırma konusu olduğunu yazmış Evrim Ağacı. Sitede okuduklarım kısa ama epey etkili yazılardan. Sebeple, şuraya kadar getirebildiğim düşüncelerimin ve beni etkileyen araştırma mevzuunun çok paralel yürümekte olduğunu hissediyorum. Yanisi, yazı kısa olsada benim yazmaya duyduğum şehvet öyle çabuk tatmin olası değil galiba. Yorgunluk vallahi yorgunluğu göze alana. Yazmak mı “azmak” mı gözü üzerimizde olan söyleyecek onu da. Lâkin “çöpe sorarsan, hep dalgalar onun içindir.”

*

Fotoğraf insan dilinin görünümüymüş. İtiraf edeyim ilk baktığımda şu satır aralarına sıkıştırılan reklam görüngülerinden biri zannettim. Ancak konu ilerledikçe öyle olmadığının farkına varabildim. Modern sanat çalışması gibi yorumlanabilecek şekilde bir araya gelmiş renklerin yayılımı meğer insan dilinin üzerindeki mikropların dizilimi imiş. Kesinlikle Tanrı en becerikli zanaatkâr ve en büyülü sanatkârdır. Fakat insan neden yarım, eksik, kusurlu deriz o halde? Ki aslolan hayatı sanat gibi yaşamaksa! Eksiği kim tamamlayacak? Tanrı şu dünyaya gönderdikleri içinde yaratma gücünü kadınlara ve sanatçılara vermiştir. Tanrının vekilidir kadınlar ve sanatçılar. İnsan diline, düşüncesine gizlenmiş eksik olan, insan gözüne raptolmuş…kim ki göremez batına baksın, insan gönlüne nakşolmuş yazılmamış ve yaratılmamış olan. (devam edecek)